Günümüzde şişelenmiş su başta olmak üzere birçok gıda vasıtasıyla bedenimize mikroplastikler almaya başladık. Öyle ki insan kanında dahi mikroplastik tespit edildi. Bu sebeple tüketim alışkanlıklarımda temel aldığım bir diğer ilke şu: Temelde plastik ve/veya kullan-at türünden her nevi şeyin tüketimini olabildiğince aza indirmek. Yerine konulabilecek alternatifler varsa bunları değerlendirmek. Yukarıda belirtiğim gibi tüketim alışkanlıklarımız aslında politik. Çünkü tükettiğimiz şeyler, tükettiğimiz miktar, bunları aldığımız şirketler vs. hepsi aslında politik tercihin birer göstergesi. Büyük şirketlerden mi yanayız yoksa küçük üreticiyi mi desteklemek istiyoruz? Seri üretimden mi yanayız yoksa biricik şeylerden yana mı kullanıyoruz tercihlerimizi? Çok şeye mi sahip olmak istiyoruz yoksa azla mutlu olmayı en azından deniyor muyuz? Tüketirken gezegenimize, o sevdiğimizi söylediğimiz doğaya ne kadar atık bırakıyoruz? “Bir başkadır benim memleketim” ya da “ırmağının akışına ölürüm” diye şarkılar söyleyenler tüketim alışkanlıkları sonucu arkalarında memleketlerinin ırmaklarına ne kadar çöp bıraktıklarını acaba sorguluyorlar mı? Bir anlık keyfimiz veya “toplumsal statü” için edindiğimiz bu ürünler ne bedellerle üretiliyor ve ne pahasına bizlerce tüketiliyor? Basitçe giydiğimiz tişörtün ardındaki üretim aşamaları neler? Bu lalettayin eşyalar kimin emeği, alın teri ve/veya gözyaşıyla üretiliyor? Minik bir eşyanın dahi üretiminde ne kadar “kaynağımız” kullanılıyor? Kaynaklarımız ne kadar kirletiliyor? Özetle bunların hepsi politik sorular. Cevapları da öyle. Bunlar düşünülmediği zaman ise “gençlerimiz apolitik” diye yazıklandığımız şeyi aslında kendimiz oldukça alelade biçimde yapar oluyoruz. Temelde bu soruları yalnızca düşünmek bile büyük bir adım. Zira harcamak, yeni bir şey satın almak, eşya biriktirmek, “daha fazlasını istemek” gibi davranış kalıpları artık çokça kutsanmaktayken, bu kalıpları sorgulamak bile bireysel sorumluluğumuz için oldukça önemli bir eşik. Zaten sorgulamaya başladıktan sonra, diğer bir deyişle, farkındalığa sahip olduktan sonra elbet çaba da gösterilmeye başlanıyor.
Bölümün başında plastik tüketiminin azaltılması demiştim. Ancak elbette kâğıt, metal gibi diğer atıkları da mümkün olduğunca azaltmaya çalışıyorum. Bu noktada geri dönüşüm kavramına değinmekte fayda var. Günlük yaşamımda sebep olduğum tüm atıkları geri dönüştürüyorum. Bunu “nerede olursam olayım” yıllardır yapıyorum. Öyle ki ne zaman başladığımı dahi hatırlamıyorum. Tatile de gitsem, bir restoranda da otursam, nerede olursam olayım sebep olduğum dönüşebilecek atıkları geride bırakmıyorum, toplayarak geri dönüşecek alanlara teslim ediyorum. Ancak bunun da öncesinde atık yaratacağını bildiğim bir eylemden en başında geri durmaya çalışıyorum. Zira, bilincinde olunması gereken bir gerçek var ki sebep olduğumuz atıkları geri dönüşüme bırakmış olmak vicdanımızı yeterince rahatlatmamalı. Maalesef biliyoruz ki toplanan bu atıkların çoğu dönüşürülmeyebiliyor, hatta birçoğu batılı ülkelerden daha yoksul doğu ülkelerine gönderiliyor. Geri dönüşüm ilkelerini en iyi uygulayan ülkenin bile bunu ne derece başardığı sorgulanabilir. Özetle aslında geri dönüşüm kavramının artık eskimeye yüz tutan, “old school” bir kavram olduğu söylenebilir. Bunun yerine geri dönüştürülebilecek herhangi bir atığa sebep olmamak, bu türden tüketimi mümkün olduğunca azaltmak, basitleşmek ve küçülmek gittikçe gündeme daha sık gelmekte, tartışılmakta ve benimsenmekte. Şahsen sebep olduğum atıklarımı geri dönüştürüyorum ancak bundan da öte o atıklara sebep olmamaya gayret ediyorum. Örneğin, üç ay boyunca kullanıp geri dönüşüme attığım plastik diş fırçasının bir deniz hayvanının midesinden çıkmasını istemiyorum.
Türkiye’de yaşarken illaki internetten bir şey sipariş edeceksem sırf o siparişi plastik kargo poşetine koymasınlar diye satıcılara gönderdiğim kendi oluşturduğum bir kalıp mesajım vardı. Kimi satıcı dikkate alırdı, kimi hiç dinlemezdi. Ama yine de ısrarla bunun için çabalıyordum. Siparişim plastiksiz geldiğinde ise çok mutlu oluyordum. Bunun haricinde genel olarak alışverişi, özellikle internet alışverişini en aza indirmiştim. Bugün Fransa’da da çok nadiren internetten sipariş veriyorum ve verdiğim siparişler sadece çevrede bulamadığım ihtiyaçlar için oluyor. Diğer yandan hayatımda kıtalararası sipariş hiç vermedim. Amazon gibi dünya siyasetine etki edecek çapta büyük şirketleri zaten kullanmıyorum. İhtiyaçlarımı yerelden sağlamaya gayret ediyorum. Diğer yandan, ne kadar az alışveriş yaparsam, ne kadar az eşyaya ihtiyaç duyarsam o kadar rahatım!
Peki, somut olarak hayatımdaki tüketim alışkanlıklarında neler değiştirdim? Şimdiye kadar değiştirebildiklerimden aklıma ilk gelen örnekleri aşağıda sıralayacağım. İhtiyaçlarla (istek/arzularla değil) sınırlandırdığım alışverişlerimde bazı ürünleri toptan terkettim ve yerine başka şeyler koydum. Örneğin, kâğıt havlu denilen kullan-at peçetelerden satın almıyorum. Bunun yerine yıkanabilen bezlerimi kullanıyorum. Diğer yandan çocukluğumuzdan beridir annem kağıtları, peçeteleri israf etmememiz gerektiğini tekrarladığındandır belki, kâğıt peçete kullanımım da çok az. Grip ya da soğuk algınlığı geçiriyorsam çocukluğumuzda önlüğümüzün cebine koyduğumuz yıkanabilir peçetelerden kullanıyorum. Bir restoranda verilen peçeteleri ağzımı azıcık silip çöpe göndermiyorum. Yanıma alıyorum. Yeterince kullanmadan atmıyorum. Mutfak alanını düşünürsek, streç film denilen ürünü dört- beş yıldır hayatımdan çıkardım. Evveliyatında da çok kullanmazdım ancak şimdi hiç satın almıyorum. Bunun yerine kapaklı kaplar kullanıyorum. Bir de balmumu ve çam reçineli, yıkanabilen bezlerden kullanıyorum. Bunlardan ilk defa Türkiye’de almıştım, yani ülkemizde de bulunabiliyorlar. Streç filme bir başka alternatif yıkanabilir elastik kapaklar, bunları da Türkiye’de bulmak mümkün.
Yine petrolden yapılan ve gıdalarımıza mikroplastik bırakan bulaşık süngerlerini bırakalı da hayli uzun zaman oldu. Bu petrol türevi süngerler doğada çözünmüyor. Bunun yerine aktardan kocaman bir kabak lifi alıyorum. Bunu istediğim boyutlarda kesip bulaşık süngeri olarak kullanıyorum. İyice yıprandığında gönül rahatlığıyla çöpe ya da komposta atabiliyorum. Dilerseniz doğaya dahi atabilirsiniz. Sarı bez denen ve çok çabuk yıpranıp atılan bezleri de yıllardır satın almıyorum. Bunun yerine daha dayanıklı, defalarca yıkanabilen ve yıllarca kullanılabilen pamuklu bezlerden kullanıyorum. Banyo temizliğinde de kabak lifini kullanıyorum. Bunlar bakteri üremesine karşı da çok sağlıklı seçenekler.
Çamaşır yıkama alışkanlıklarımı da uzun yıllar önce değiştirdim. Bütün lekeler “derinlemesine” temizlensin, bembeyaz olsun, %100 hijyen sağlansın gibi büyük deterjan markaları mitlerine de uzun zamandır kulak asmıyorum (Roland Barthes’a selam olsun!). Sabunla ve düşük ısıda yıkansın, temiz olsun yeter. Deterjanı çok uzun yıllar evvel (belki 10 yıl) hayatımdan çıkardım. Hem cildimize hem de yeraltı sularına epey zararı olan bu temizleyiciler yerine sabun tozu kullanıyorum. %100 zeytinyağı sabunundan sabun tozu! Yanı sıra destekleyici olarak karbonat ya da beyaz sirke de ekliyorum. Yumuşatıcı denen ürünün nasıl bir şey olduğunu hatırlamıyorum dahi! Bunun yerine bazen lavanta, limon otu gibi uçucu yağlar damlatıyorum çamaşırlarıma yıkamadan önce. Tabi, olmasa da olur… Bunun yanı sıra, sentetik yerine büyük çoğunlukla pamuklu giysiler ve çamaşırlar alıyorum. Bunları da mümkün olduğunca az yıkıyorum ve her daim 30 derecede yıkıyorum. İllaki çıkarmak istediğim bir leke varsa, lekeyi önce kalıp sabunla çitiliyorum. Daha sonra makineye atıyorum. Tamamen çıkmasa da sorun değil, ilkemiz temiz olsun yeter! Yine giysilerle alakalı bir başka mesele: ütü! Hayatımda hiçbir zaman ütünün önemli bir yeri olmadı Mesleğimde de resmi giymem gerekmediği için ütü yapmama gerek olmuyor. Ütü gerektiren kıyafetleri ise satın almıyorum. Tişörtler yıkandıktan sonra elde bir güzel çırpılıyor düzgünce asılıyor, düzgünce katlanıyor ve işte bir nevi ütü! Çarşaf ütüleme, çamaşır ütüleme gibi temizlik ve düzen takıntım yok. Bu bana hem zaman hem nakit kazandırıyor. Ayrıca gezegenimizin kaynaklarından da harcamamış oluyorum.
Yerler, camlar, bulaşıklar, vs. her nevi temizlenecek yüzey için temizlik maddemi teke indirdim: kara/siyah sabun, nam-ı diğer arap sabunu. Ancak ırkçı denebilecek bu tamlama yerine kara/siyah sabun tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum. Bir zaman Türkiye’de arkadaşlarımla arap sabunu tamlamasının alternatifinin ne olabileceğini düşünmüştük; jel sabun, geleneksel sabun gibi birkaç önerimiz olmuştu. Daha sonra Fransa’da buna kara/siyah sabun dendiğini gördüm ve bu tabiri benimsedim. Siyah sabunu her şeye kullanabiliriz. Geleneksel, doğal ve ne size ne de çevreye zararı var. Çamaşır suyu denen maddeyi sadece ve sadece ve gerektikçe klozete dökmek için bir kenarda tutuyorum. Kaldı ki onun da bitkisel olanını tercih ediyorum. Çeşitli markaların bitkisel çamaşır suları var. Çamaşır suyu diyerek yine bir hüsnü tabir yapılıyor, unutmayalım. Bu düpedüz bir zehir. O sebeple bitkisel olanı tercih edilirse çok daha iyi. Fiyatı diğerlerinden yüksek evet. Zira zehrin fiyatının düşük olması anlaşılabilir bir şey. Ancak bu bitkisel çamaşır suyunu yalnızca klozete döktüğüm için epey uzun gidiyor. Hatta son zamanlarda klozeti sadece siyah sabunla temizlediğim oluyor. Şu an evimde bitkisel çamaşır suyu dahi yok
Fransa’da Türkiye’de rastlamadığım bir ürüne denk geldim. Bu ürün bir başka plastiği hayatımdan çıkarmama imkân verdiği ve doğal olduğu için diğerinin yerini aldı: elde yıkama için katı bulaşık sabunu. Marsilya sabunundan yapılan bu sabuna limon otu uçucu yağı ve karbonat eklenmiş. Böylece bulaşık deterjanının plastik şişesinden de kurtulduk! Umarım bu ürün Türkiye’de de vardır ve benim gözümden kaçmıştır. Değilse, umarım bir an önce bizden birileri de yapar. Bulaşık makinesinde ise karton kutuya konan doğal tabletlerden tercih ediyorum. Böylece bu alanda pazarı domine eden ve her yerde rastladığımız dev markalardan hem de ürünlerinin paketlemesinde kullandıkları plastik kaplardan kurtulmuş oluyorum. Bazen de depozitolu cam şişelerdeki doğal bulaşık makinesi sabunlarından alıyoruz.
Plastik kaplar demişken; buradaki mantığım da hem kendi sağlığım hem de gezegenin sağlığı için kabı plastik olan herhangi bir ürünün cam kapta alternatifi varsa ona yönelmek. Somutlaştırmak için bu değişimi yaptığım birkaç örnek vereyim: plastik kaplarda sunulan her nevi gıda maddesinin cam kavanoz alternatifini tercih ediyorum: salça, ketçap, zeytin, meze vb. Örneğin bir yerden meze aldığınızda bunları plastik kaplara koyarlar. Bunun yerine mezeciye kendi küçük bölmeli yıkanabilir kaplarımı götürüyorum. Türkiye’de yaşarken sıkça uğradığımız iki ayrı mezecimiz tarafından bu alışkanlığımız hem hayret hem takdirle karşılanıyordu. Ancak aslında edinilmesi çok basit bir alışkanlık… Daha sonraları mezecimiz diğer bazı müşterilerinin de kendi kaplarıyla meze almaya başladıklarını söylemişti. Cam kavanoz tercih ettiğim bir başka ürün de diş macunu. Hem bildiğimiz macun formunda hem de tablet şeklindeki cam kavanozda diş macunları Türkiye’de de bulunabiliyor. Cam kavanozda olunca birçok ürünün fiyatının bir miktar yükseldiği doğru. Ancak hiçbir ürünü israf etmediğim ve kullanımında aşırıya kaçmadığım için bu maliyeti de telafi edebiliyorum. Özetle az, öz ve sağlıklı. Bittikten sonra cam kavanozları cam geri dönüşümüne atıyorum. Camın geri dönüşüm oranı hayli yüksek olduğundan bu iyi bir seçenek. İçindeki ürünü kullandıktan sonra boşalan cam kavanozlardan minik olanlarını doğal mum yapımında mumun kabı olarak kullanmak üzere saklıyorum. Mumlarımı petrol bazlı parafinle değil, bitkisel bazlı balmumlarıyla yapıyorum (soya, Hindistan cevizi veya kolza gibi).
Ayrıca son bir yıldır her nevi ürünü depozitolu şişelerde gönderen yerel bir firma keşfettik. Bu firma el sabunu, bulaşık sabunu ve daha birçok temizlik ürününü cam şişelerde eve teslim ediyor. Şişeler boşaldığında bir sonraki siparişle boşları da alıyorlar. Bu yöntem de birçok ambalaj atığından kurtulmamızı sağladı: yerel üreticilerden cam şişelerde organik meyve suları, biralar, şaraplar, hayvanlar üzerinde test edilmemiş temizlik malzemeleri ve çok çeşitli gıda ürünleri.
Plastik kaplarda en sık rastlanılanı pet şişe elbette. Uzun yıllardır plastik şişede su da tüketmiyorum. Aslına bakılırsa evlerimizde çeşmeden akan suyu içebilmemiz gerekiyor. Çeşmeden akan suyu içebilmek aslında bir vatandaşlık hakkıdır. Ancak maalesef Türkiye’de yöneticiler uzun yıllardır vatandaşı aklımızın alamayacağı oranda kar elde eden su şirketlerine mahkûm ettiler. Dört kişilik bir ailenin aylık içme suyu masrafı önemli bir gider kalemine dönüştü. Buna karşı önlem olarak hem pahalı hem sağlıksız hem de gezegeni plastiğe boğmada çok büyük etken olan ve yalnızca büyük şirketlerin kârlarına kâr katmalarına yarayan pet şişede su tüketiminin yerine uzun zamandır arıtma suyu koyduk. “Arıtma suyu kimi mineralleri de sudan arıtıyor” diyenler haftada bir veya iki kere maden suyu içerek bu açığı telafi edebilirler. Tabi eğer böyle bir açık varsa. (Bu bana daha çok büyük su şirketlerinin söylemiymiş gibi geliyor). Fransa’da ise birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi çeşmeden akan su içilebiliyor. Türkiye’de vatandaşın bu haktan mahrum bırakılıp su şirketlerinin zenginleştirilmesine yönelik neoliberal politikalar maalesef son derece üzücü ve öfkelendirici… Bu sebeple Türkiye’de arıtma suyunun hem ekonomi hem sağlık hem de gezegenin geleceği açısından şimdilik daha iyi bir alternatif olduğunu düşünüyorum. Evlerimizdeki musluktan akan içme suyu hakkımızı bir gün tekrar elde edene dek… Diğer yandan dışarda susadığımda su satın almamak için gündelik olarak çantamda her zaman matara veya termosla içme suyumu taşıyorum.
Bir diğer sık kullandığımız plastik ürün ise diş fırçası. Bir insanın üreticilerin tavsiye ettiği gibi her üç ayda bir değiştirdiğini düşündüğümüzde tüm dünyada bir yılda atık olarak biriken, okyanuslarda artık “kıtalar” meydana getirmiş (abartma amaçlı söylemiyorum, bu bir gerçek) plastik atıkların önemli bir bölümünü diş fırçalarının oluşturduğu sonucuna varmak zor değil. Bu sebeple uzun zamandır plastik diş fırçası yerine bambu diş fırçalarından ediniyorum. Bu fırçaların ömrü dolduğunda kerpetenle plastik kıllarını söküp kalan bambu sapı bitki kompostumuza atıyorum. Fransa’da diş fırçası için bir başka alternatif daha keşfettim. Fırçanın sap kısmını bir defa satın alıyorsunuz, fırçanın plastik kıllarının bulunduğu minik parça ise çıkabiliyor, zamanı geldiğinde değiştirilebiliyor ve geri dönüştürülebiliyor. Bu demek oluyor ki ahşap/bambu sapı sürekli değiştirmek yerine sabit tutuyorsunuz ve yanı sıra minik fırça başlıklarını ayrıca satın alabiliyorsunuz. Atık oranını muazzam biçimde azaltan bir yöntem bu… Türkiye’de ahşap sapı sabit, yalnızca misvak uçları değişen bir alternatif yöntem daha keşfetmiştim. Dileyenler bunu da deneyebilir.
Kullan-at pet şişelere benzer bir diğer sık rastlanılan ürün ise kullan-at plastik çatal bıçaklar. Bunları kullanmamak için de yanımda yıkanabilir çatal, bıçak, İsviçre çakısı gibi malzemelerimi çantamdan eksik etmiyorum. Hatta dışarda sıklıkla Çin, Japon ve Vietnam mutfaklarını tercih ettiğimiz için yanımda chopsticks denilen çubuklardan dahi taşıyorum. Bunların hepsi ahşap ve hafif, çantada yer kaplamıyor. Türkiye’de henüz pek örneği yok ancak Fransa’da artık sıklıkla rastlanan vrac yani toptan satış da plastik ambalajlardan kurtulmanın bir diğer yöntemi. Bu gibi market/bakkallarda büyük çuvallarda ya da özel muhafazalarında bulunan ürünlerden kendi kaplarınızla tartarak istediğiniz kadar satın alıyorsunuz. Gıda, bakliyat, temizlik malzemesi gibi her türlü ürün bu dükkanlarda bulunuyor. Kendi kabınız yanınızda değil ise dükkandaki kese kağıtlarını kullanabiliyorsunuz. Fransa’ya geldiğimden beri bu alışveriş şeklini mümkün olduğunca kullanmaya çalışıyorum. Aslında bu alışveriş türüne “açık almak” diyebiliriz. Bakliyatı, sabun tozunu, bitki çayını, aklınıza ne gelirse. Elbette kendi kaplarımızla veya kese kağıtlarıyla, plastik poşetlerle değil. Kese kâğıdı demişken. Bugün Türkiye’de plastik poşetlere de mahkûm edildikse de Fransa’da plastik poşet çok istisnai. Bunun yerine Fransa’da eskiden bizim memleketimizde de olduğu gibi kese kâğıdı kullanımı esas. Hem markette hem pazarda aklınıza gelebilecek her yerde. Örneğin fırınlarda ekmeğinizi ya da hamur işini kese kağıtlarına koyup verirler. Kâğıt olmasına rağmen onu da israf etmemek adına tek kullanımda atmıyorum. Bir şekilde edindiğim kese kağıtlarını saklıyor, tekrar tekrar kullanıyorum, hatta çantamda taşıyorum. Böylece örneğin fırından ekmek alırken, kendi kese kağıdımı uzatıyorum. Bunları yıpranana kadar kullanıyorum. Bu davranışım burada da takdirle, hoşnutlukla karşılanıyor. Yani utanmaca sıkılmaca yok Tek bir kese kağıdının bile değerini bilmeye çalışıyorum. Zira onlar bir zamanlar ağaçtı… Yenilerinin kesimini azaltabilmek adına buna gayret ediyorum. Fransa’da pazarcılarda da plastik poşet bulunmuyor. Aldığınız sebze meyveyi koyacak torba ya da kese kâğıdı bulundurmak sizin sorumluluğunuzda. Dahası şurada burada dükkanlardan kese kağıdını bile almamak için kendi bez torbalarımla alışverişe çıkıyorum. Ekmek torbam, bakliyat torbalarım, hepsi pamuklu bezden. Diğer yandan her türlü kâğıt kullanımımı sınırlamış durumdayım. Örneğin okumak için makale basmıyorum. Bunları dijital olarak okumayı tercih ediyorum.